İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu

İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu

GEORGE SALİBA
İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu
MİA Yayınları/Butik Yayıncılık Ltd.Şti Topkapı/İstanbul –Editör:Pantha Nirvano Çeviren: Günsel Aksoy
George Saliba
Profesör
Doğum tarihi: 1939
Eğitim: Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley
Kitaplar: Islamic Science and the Making of the European Renaissance, Diğer

İslam Bilimi ve Avrupa Rönesans’ının Doğuşu
Prof. Dr. George Saliba 
BUTİK YAYINLARI 
İslam medeniyeti ve bilimin genel tarihi hakkında yazan birçok yazar, İslam bilimsel geleneğinin başlangıcını antik medeniyetlerden ve özellikle Yunan medeniyetinden taşınan ve benimsenen fikirlere bağlamışlardır. George Saliba bu kitabında İslami bilimsel düşüncenin tohumlarının genel görüşün aksine, Yunan kaynaklarının dokuzuncu yüzyılda Arapçaya çevrilmesinden çok önce atıldığını ileri sürmektedir. Saliba, çoğu modern bilgin tarafından göz ardı edilen onuncu yüzyılın aydın tarihçisi İbni el-Nadim’in açıklamalarına atıfta bulunarak İslam bilimsel geleneğinin gelişmesine sebep olan asıl unsurun, temel bilimsel fikirler içeren Pers ve Yunan kaynaklarının hükümet bürolarında kullanılmak üzere erken tarihlerde çevrilmesi olduğunu belirtir. Saliba aynı zamanda, daha sonralara gelişen İslami bilimsel düşünce ile Rönesans zamanında Avrupa’da ortaya çıkan bilim arasında organik bir ilişki olduğunu ileri sürer. (Bu kitap hakkındaki tanıtım yazısı)

Bazıları İslam Biliminin Yunan’ın ve bir miktar da antik Hindistan ve Sasani İranı’nın görkemlerinin yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmadığını ileri sürer. Bazları da İslam’ın bilimsel üretiminin, Yunan bilimine az bir şeyler eklediğini, Yunanlıların zaten zaman içinde bunları kendi başlarına ortaya çıkarabileceklerini ileri sürerler.
Hiç kimse, örneğin İslam döneminin bilginlerinin klasik Yunan’da uygulanan bilimin dışında yeni bir bilim tarzı ortaya çıkarmış olabileceklerinden veya bu bilginlerin, İslam’ın daha sonraki avantajlı bakış açısından hareketle, uzun bir çeviri sürecinden sonra ellerine geçen Yunan biliminin aslında yetersiz, eksik ve çelişkilerle dolu olduğunun farkına vardıklarından söz etmeye cesaret edemez.s.13
Klasik anlatım, kapsamlı çevirilerle tetiklenen İslam biliminin bir girişim olarak kısa sürdüğünü, çünkü hemen, İslam toplumundaki bir çeşit inanç sağlamlığı olarak bilinen geleneksel güçlerle çatışmaya girdiğini ısrarla hayal eder. Bu güçlerin bilim aleyhindeki saldırılarının, 11. Ve 12. Yüzyıl ilahiyatçısı Abu Hamid al-Gazali’nin (ölümü 1111) ünlü eserinde (Filozofların Tutarsızlığı) doruk noktaya eriştiği iddia edilir.
Tamamen rastlantısal olarak Latin dünyası da aynı zamanlarda uyanıyordu. Bu uyanış 12. Yüzyıl Rönesans’ı olarak bilinen bir dönemde temel Arap felsefe ve bilimsel metinlerinin seçilip Latinceye çevrilmesini başlattı. O dönem Latinceye çevrilen pek çok eser çok önceden, Yunanca ve Sanskritçe metinlerden Arapçaya çevrilmişti. Burada özellikle 9. Yüzyılda bir çok kez Arapçaya çevrilen Ptoleme’nin (Ölümü M.S. 150) Almagest’i (Büyük Bileşim) ve Euclid’in (Ölümü M.Ö.265) Elements’i (Elementler) gibi temel Yunan eserlerinden ve Hint rakamlarının Arapça yolu ile Avrupa’ya geçişinden ve orada Arap rakamları olarak bilinmesinden söz ediyorum.
Klasik anlatım, bundan sonra Avrupa’nın Arap bilimsel malzemesine ihtiyaç duymadığını, Gazali’nin eserlerinin saldırısı altında İslam bilimsel geleneğinin düşüşe geçtiğini ve diğer kültürler tarafından artık önemli addedilmediğini ileri sürer. Avrupa Rönesans’ı İslam bilimsel malzemesinin bilinçli olarak atlayan, tüm bilim ve felsefenin başladığı ve Avrupa Rönesans’ının kaynağı olarak adlandırılan Greko-Romen mirası ile doğrudan bağlantı kuran bir hareket olarak açıklanır.
Klasik anlatımın eleştirisi
İslam biliminin hangi süreçten geçtiğini anlamak ve herhangi bir toplumda bilimin genelde nasıl olduğunu ve beslendiğini öğrenmek istiyorsak bu sorunları çözümsüz bırakamayız.
İslam medeniyetinin bir çöl ortamında yalnız kalmış olduğu söylemi, konuyu basite indirgemektir. İslam medeniyeti pek de çöl görüntüsü vermeyen Mekke, Medine şehirleri ve Kuzey Arap aşiret alanları etrafında doğdu. O çevrede İslam öncesi Arap medeniyeti bazı temel gökbilim ve tıp bilimi gelişti ve bu bilim İslam dönemine kadar yaşadı. S.15 Bu bilgi çevredeki Bizans, Sasani, İran ve Hint bilimlerinden nitelik olarak pek farklı değildi.
Ama klasik anlatım, geride İslam biliminin başlangıcı, düşüşü ve yok oluşu ile ilgili meseleleri açıklayamıyor. Açıklanamayan birçok problem bırakıyor.
1).Varsayıma göre doğmakta olan İslam medeniyeti ile Bizans ve Sasani İran’ı arasındaki temas, İslam medeniyetinin Arap yarımadasının dışına çıktığı ve daha eski medeniyetlerin topraklarını içine aldığı veya onlarla büyük coğrafi alanlar paylaştığı zaman gerçekleşti. Bu temas teorisi etkili oldu. Bazı klasik Arap kaynakları da bunu doğruluyordu. Bu kaynaklar dışarıdan İslam medeniyetine gelen bilimi İslam bilimlerinden ayırmak (Yunan medeniyetinin klasik döneminde yazılmış olan bilimsel ve felsefi metinler) için – “antik bilimler” ifadesini kullandılar. Bazıları da bu iki bilmi birbirinin karşıtı konumuna yerleştirdi.
Bilimsel ve felsefi fikirler tartışmalarla yeşerir. Eratosthenes Yörekürenin çapını ölçtükten 800 yıl sonra Cosmos İndicopleustus (M.S.550) yer kürenin (dünyanın) düz olduğunu ileri sürdü. Zamanın iki yarışan gücü (Kilise ve Devlet) arasında kalan kilise izleyici güruhu tarafından öğretisi hakkında dedikodu çıkartılarak korkunç şekilde katledilen Matematikçi Hypatia’nın maruz kaldığı davranış Klasik Yunan biliminden çok Cosmos tarafından yayılan popüler halk biliminin asıl temsilcisi olduğunu ortaya çıkarır. Bu durum gösteriyor ki, o dönemin herhangi bir Yunan bilgininin Ptoleme, Euclid veya Galen gibi incelikli karmaşıklıkta (sofistike) eser çıkarması veya o devlerin yazdıklarının tam anlaşılması hayal bile edilemez. S.17
Ayrıca Antakya’da, Harran’da veya Cundişapur’da bırakın klasik Yunan bilimsel ve felsefi metinlerinin mükemmelliğinde eser üretecek, o klasikleri anladığını gösteren eser yazabilecek bir tek önemli bilim insanı veya filozof yoktu. Sadece, Yıldız isimleri, takvim tahminleri, astroloji, tıp bilimi, hava tahmini, bazı ilaçların elde edilmesinden söz eden halk bilimine dair metinler vardı. Ama Yunan bilimsel metinleri ayarında hiçbir şey yoktu.
FARABİ
Filozof el Farabi (Ö.950) felsefenin İslam topraklarındaki seyahatini, Yunanistan’dan İskenderiye’ye, oradan Antakya, Harran ve Merv’e ve en sonunda Bağdat’a nasıl taşındığını anlatır. Farabi filozofların ve bilim insanlarının Bizans imparatorları ve Hıristiyan kilisesi tarafından öldürülmesini anlatır. Farabi, felsefenin, Hypatia ve diğerlerinin akıbeti ile tutarlı olarak, Hıristiyanlığın elinde yok edildiğine işaret eder. Felsefenin İslam topraklarına eriştiği zaman kurtulduğunu kesin bir dille anlatır.
Severus Sebokht, Hintliler gibi başakalarının da Yunanlılardan daha üstün olduğunu ileri sürer. Hintlilerin üstünlüğünü delili olarak ondalık sistemini bilmelerini göstermiş, ve “sadece dokuz rakamla hesap ediyorlar” demiştir. S.21
Antik bilimler Abbasiler tarafından çevirisi yapılmadan 700 yıl önce çoktan terk edilmişti. Abbasi halifelerinin antik bilimleri edinme arzuları nereden kaynaklanıyordu? Bu ani uyanışın sebebi ne idi? Abbasiler neden dokuzuncu yüzyılın başlarına doğru bu kadar büyük bir hareketi başlatmak ve onun mali yükümlülüğü altına girmek, bunu düzenli bir devlet etkinliği haline sokmak istediler? Daha önce yüz yıl hükmetmiş Emevîler zamanında değil de neden Abbasiler zamanında bilime önem verilmiş?
Klasik anlatıma göre Abbasi hanedanı Pers unsurlarına yükselme imkânı sağladı. Buna göre Abbasiler, imparatorluğun Arap unsurlarına karşı isyan ettiler. Asyalı askeri güçlerin ( Çoğu Tük idi) kılıçları ile iktidara gelen Abbasiler için askeri güçlerin (Türk) sadakati çok önemliydi. Abbasilerin ilk dönemlerinde Pers kökenli Barmaki ailesi vezirlik gibi yüksek makamlara getirildi. S.22
İslâm imparatorluğundaki “Pers unsurların” neden Pers kaynakları ile kısıtlı kalmak yerine Yunan bilimsel ve felsefi kaynaklarının çevirisine başvurduklarını açıklamak gerekir.
Dimitri Gutas “Yunan düşüncesi, Arap Kültürü” kitabında zamanın geçerli ideolojisine atıfta bulunur: “Tüm bilimler Perslerle başladı ve İskender’in Pers topraklarını fethi sırasında Yunancaya çevrildi. Böylece İskender ile bir felaket yaşayan Persler miraslarını kaybetmiş oldular.
Abbasiler döneminde iktidara gelen Persler, bu eski mirası hatırladılar ve onu yeniden elde etmeye karar verdiler. Uzun süre hükmeden ikinci Abbasi halifesi el Mansur’dan başlayarak El Mehdi, Harun Reşit ve bu gidişin temsilcisi El Me’mun kadar bütün halifeler inatçı bir şekilde bu Yunan bilimsel mirasını geri döndürmeye çalıştılar. İskneder’in yağmasından sonra Pers dilinde hiçbir bilimsel metin kalmadığı için Pers dilindeki edebi eserlerin çevirilerini de başlattılar. S.23
<Abbasi imparatorluğunun güdüsünü açıklamaya çalışan klasik anlatım, yaptığı açıklama ile çözdüğünden daha çok mesele yaratmaktadır. Pers bilimlerinin Yunancaya çevrilmesi efsanedir. S.25
Abbasilerin ilk zamanlarındaki çeviri hareketlerinin bir sebebi de, klasik anlatımın savunucularına göre, 813’te El Me’mun’un iktidara yükselişi ve kendisine devlet-tnarı bilimi olarak Mutezile kelam okuluna güvenmesidir.
Bu halife felsefi bilimlere ilgi duyuyor, Mutezile öğretilerini yaygınlaştırmak için uğraşıyordu.Bir gün rüyasnda Aristo’yu görür ve günün ahlâki ve felsefi konuları ile ilgili birçok soru sorar:
El Me’mun-İyi nedir? Aristo- İyi, aklın kabul ettiğidir.-El Me’mun- Sonra? Aristo-Sonrası yok artık.
Mutezile’yi devletin resmi öğretisi yapan El Me’mun’dur. Mİhne’de insanlar, başlangıçta Allah’ın birliği üzerinde ısrar eden Mutezile öğretisine uygun olarak Kuran’ın zaman içinde yaratıldığını söylemek zorunda idiler. Büyük kanun adamı Ahmet Bin Hanbel (Ö. 815) gibi bu öğretiyi reddedenler hapsedildiler. Bu ortam felsefi düşünceyi ateşledi. Yunan felsefe metinlerinin elde edilmesini sağladı. S.27
Bu açıklama olgularla desteklenmiş olsaydı kabul edilebilirdi. Tarih, Mutezilenin devletle ilişkisinin çok kısa olduğunu ve Halife El mütevekkil’in iktidara geldiğinde (M.S. 847) El Me’mun’un politikasını tersine çevirmekle kalmayıp ahl el hadis diye adlandırılan muhalifleri desteklediğini anlatır. Bu muhalifler Mutezile’nin öne çıkardığı insan muhakemesi yerine Peygamberin geleneklerini esas alır. Acak en çok Yunan eserini çevirisi Mütevekkil zamanında Huneyn bir İshak (ö.873) tarafından yapıldı. Mütevekkil zamanında yapılan Yunancadan çevrilen kitaplar El Me’mun zamanında yapılanlardan çok fazladır.
Klasik kaynaklar El Me’mun’un birçok bilimsel etkinlik başlatıp yürüttüğünü söyler. Sincar çölüne yerkürenin meridyeni üzerinde bir dereceyi ölçtürmek için bir heyet göndermesi ve bazı gökbilim gözlemleri yaptırması gibi çalışmaları bilinmektedir. Konstantiopolis’e Yunan bilimsel metinlerini elde etmek veya Yunan bilginlerinin ilgisini çekmek için özel heyetler göndermesi halifenin bu konulara ilgi duyduğunu gösterir.
El Mütevekkil zamanında bürokratlar, çok sayıda bilimsel ve teknoloji proje ortaya çıkarmışlardır.
KOPERNİK –ZEKİ MÜREN-SEZEN AKSU????
Rönesans Avrupa’sı ile İslam dünyası arasındaki ilişki
1957’deKopernik’in gökbilim matematiği üzerinde çalışan Otto Neugebauer, Şamlı gökbilimci İbnel Şatir’in (1375) bir metnine rastladı. Şatir’in ay modelinin her yönden Kopernik’in ( 1543) modeline benzediğini hemen anladı. (Şeki.6.1 ) Neugebauer, Şatir’in modelinin yer aldığı “Göbilimsel ilkelerin düzeltilmesi için son talep” (Nihayat al-sul fi tashih al usul) eserini, yakın arkadaşı ve meslektaşı Edward Kennedy’den öğrenmişti. Kennedy o zamanlar Beyrut Amerikan Üniversitesinde matematik profesörü ve seçkin bir İslam gök bilim ve matematik tarihçisi idi. Kennedy’nin İbn El Şatir’in metni ile Oxford Üniversitesinin ana kütüphanesi olan Boleian Kütüphanesinde karşılaşması rastlantıdır. Kennedy’nin öğrencisi Viktor Roberts,. Isis’te yayımladığı makalesinin başlığını “İsn el Şatir’in Güneş ve ay teorisi; Kopernik öncesi Kopernik Modeli” koydu. S.229
BU buluş doğal olarak bilim dünyasının alt üst etmişti. Çünkü o dönemdeki yaygın inanış , Rönesans biliminin yoktan yaratılmış olduğu idi. Yine bu inanışa göre. Eğer kişi ufkunu genişletip biraz Avrupa dışına bakarsa Rönesans biliminin klasik Yunan kaynaklarından esinlendiğini ama İslam kaynakları ile hiçbir ilgisi olmadığını görecekti. Ortak düşünce Avrupa ile Arap ve İslam dünyası arasında bir husumet olduğunu varsayıyordu. Dolayısıyla bu medeniyetler arasında verimli bir temas olamazdı. Neugebauer’in Kopernik’in eserleri ile 200-300 yıl önce oluşturulmuş Arap gezegen teorileri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu ortaşa koyması, zamanında şok yarattı. Bu olay halâ bilim tarihi hakkındaki ikincil kaynaklarda kabul edilmemiştir. Çok az araştırıcı buunn önemini takdir etmektedir. S.230 Saliba
Kopernik gökbiliminin matematiğine dalmış olan Neugebauer, Tusi’nin probleminin özünü anlamış ve bunun Kopernik’in De Revolitionibus 3, 4 ‘te karşılaştığı problem ile aynı olduğunu fark etmişti. İki gökbilimi de dairesel hareketten çizgisel hareket yaratacak bir işleyiş bulmak istiyordu ve ikisi de aynı Çifte Bağı kullanmıştı. Bir tek fark vardı: Tusi 1247’de ve 1260-61’de daha önce hiçbir Yunan kaynağında görülmeyen yeni bir teorem sunduğunu biliyordu. Kopernik ise aynı teoremi, kaynağın kendisi veya başkası olduğundan söz etmeden çok benzer kanaatle açıkladı.
1973’te Willy Hartner, aynı teoremin Kopernik tarafından sunulan kanıtında inanılmaz bir özellik görür. Hartner, Tusi’nin 1260-61 tarihli belgesi ile Kopernik’in 1543 tarihli belgesinin karşılştırıldığında ikisinin de temel geometrik noktalar için aynı alfabetik işaretleri kullandığını fark eder. Şekil.a..
Ve resim alınabilir… 232 de…
Şekil altı yazısı: s.232
Tusi’nin (soldaki ve Kopernik’in sağdaki eserlerinde Tusi Çifte bağı. Şekillerdeki işaretler aynıdır. Tusi Arap harfi “elif” kullanırken Kopernik eşdeğer Latin harfi “A”, Tusi “B” kullanırken Kopernik “B” kullanmış. Sadece Tusi’nin “zain” sözcüğüne karşılık Kopernik “F” harfini seçmiştir.
Kullanılan bu işaretlerin bu aynılığı karşısında Hartner, Kopernik’in İtalya’da iken Tusi’nin eserinden haberdar olduğunu ileri sürdü. Hartner’in burada yaptığı çıkarım, Kopernik’in, Tusi’nin eserini dolaylı olarak bildiğidir.
Bu bilginin Kopernik’e doğrudan ulaşmasına imkân yoktur. Çünkü ne Kopernik Arapça biliyordu ne de Tusi’nin teoremi bulunan eseri Latinceye çevrilmişti. Hartner’e göre Kopernik, Tusi’nin eserindeki şekli kendisine anlatması için bir adam tuttu. Ortaçağ Arapça “zain” ile “fa” harflerinin geometrik noktaları belirlediğini görürüz. Bu iki harf birbirine o kadar çok benzer ki Arap el yazması geleneğine pek aşina olmayan kişinin “zain” i “fa” diye okuması büyük ihtimaldir.
Şekil 6.3 Sayfa 233 AL
Bu iki belgedeki diğer geometrik noktaların tümüyle aynı olması, rastlantı ve bağımsız buluş konularını şüpheli senaryo haline getirmekte.
Böylelikle Kpernik, Yunan gökbilim geleneğinin meselesini aynı yaklaşıma başvurarak (yani dairesel hareketten çizgisel hareket çıkarmak için matematik teoremi ekleyerek) çözmeye çalışmakla yetinmemiş, 300 yıl önce Tusi’nin oluşturduğu teoremi kullanmış, Tusi’ninkine çok benzeyen bir belge sunmuş ve Tusi tarafından özgün belgede kullanılan geometik noktaların aynısını uygulamıştır. Bu durum basit bir rastlantı değildir. Zaman Kopernik’in Müslüman gökbilimcilerin buluşlarını nasıl öğrendiğini artaya çıkaracaktır. S.234
Müeyyeddin el Urdi (Ö.1266) Tusi’nin meslektaşı ve seçkin bir gökbilimci ve mühendis. Tusi ona Meraga rasathanesinin cihazlarını yaptırdı. Bu rasathane 1259’daİlhanlılar tarafından kuruldu. Bu rasathanede çalışanların eserleri ile Kopernik’in eserleri arasında da son yıllarda ortaya çıkarılan bazı benzerlikler dikkati çekmekte. Urdi’nin “Gökbilim hakkında Kitap”ında Yunan gökbilimindeki bazı yanlışlar düzeltilmekte.
Ekuant küresi tartışması vardır. Urdi bu problemi çözmek için Ptoleme’nin üst gezegen modeline 16 yeni küre ve dış çem.berler ekledi. Urdi modelinde tüm küreler oldukları yerde , kendi merkezlerinden geçen eksenler çevresinde dönüyor. Urdi, Ekuant’ı kullanmadan Ptoleme’in gözlemlerini açıklayabiliyordu.235
Urdi Lemma’nın üst gezegenler için teoremi de Alaaddin el Kuşi ‘Ö.1474) Şemseddin el kafri (ö.1550) Merkür gezegeninin hareketi için kullandılar. S.237
S.238 Şekil 6.5 Urdi Lemmanın kullanımını açıkça gösteren İbne eş Şatir’in üst gezegenler modeli..
Kopernik, üst gezegenler için İbni el Şatir’in modelini kullandı. (Şekil 6.6 s.239) ama bu sefer evrenin merkezi güneşe kaydırılmıştı. Önemli olan Kopernik’in bu modelde Şatir gibi “Urdi Lemmayı kullanmış olmasıdır.
Resim 6.6. / Resim alt yazısı:
Ptoleme, Urdi, İbbn el Şatir, Kopernik ve Kafri taarfından tasarlanan üst gezegen modelinin şematik gösterimi. Kürelerin yarıçapları vektör olarak kabul edildiğinde tüm modeller, gezegen P için aynı konumu öngörmektedir.
Kpernik’in İbn el Şatir’in modelini kullanma örneği, iki gökbilimci arasındaki teknik bağımlılığın sadece başanıcıdır. İki gökbilimcinin ay ve üst gezegenler modellerinin tıpatıp aynı olmasına ek olarak şimdi de Merkür modeli için kullanılan tekniklerin aynı olması söz konusudur. S.240
Kopernik’in Merkül modeli, ikinci sapmanın güneş merkezli olarak simgelenmesi hariç, diğen gezegen modelleri gibi İbni el Şatir’in modeli ile aynıdır.
Swerdlov’a göre: “Kopernik, model ile Merkür’ün görünen hareketi arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Demek ki model kendi buluşu değildi.; eğer öyle olsaydı, Yerküre elips tepeleri çizisine göre 90 derecede olduğunda Merkür’ün daha büyük bir yörüngede hareket ediyor gibi göründüğünü belirten saçma ifade yerine modelin teme amacını anlatırdı. Diğer ihtimal Kopernik’in bunu tam anlamadan kopya etmiş olmasıdır. Bu, İbni el Şatir’in gezegen teorisinin bilinmeyen bir yolla batıya taşınmış olduğunun en iyi ispatıdır. S.241

İSLAM BİLİMİNDE ÇÖKÜŞ DÖNEMİ:
Gökbilimsel düşüncenin üretkenliği:
Bir önceki bölüm, İslam dünyasında elde edilen sonuçlar ve bunların Rönesans Avrupa’sına olan açık etkisi, daha önceki bölümler ise Yunan bilimsel miras ile karşılaşmanın getirdiği yenilikler hakkındaydı. İslâm dünyasında Yunan düşüncesine karşı eleştiriler erken başlayıp zamanla olgunlaşmış, on üçüncü yüzyıldan sonra Yunan bilimsel yapısı büyük bir özgüven içinde parçalanmış ve yerine daha tutarlı alternatifler, daha karmaşık ve incelikli bir matematik yerleştirilmiştir. Böylece İslâm medeniyetinin bu son yüzyıllarının, en azından gökbilim disiplininde büyük bir yaratıcılık içinde geçtiğini söyleyebiliriz. Ayrıca bu yaratıcılığın Yunan gökbilimsel teorisini altüst etmekle kalmadığını, aynı zamanda Rönesans bilimi üzerinde temel bir etki yaptığını ileri sürebiliriz. S.269 George Saliba.

12 ve 13. yüzyıl, klasik anlatıma göre bilimin tam anlamıyla öldüğü ve özellikle İslâm’da akılcılığın da ölü olduğu bir dönemdir. İslâm medeniyetinin sonraki yüzyıllarda ürettiği ve bizim üzerinden geçtiğimiz delilleri hiçe sayan klasik anlatım, çöküş teorisi iki ana varsayıma dayandırır. Bu anlayış iki gurup insan tarafından seslendirilmekte. Biri İslâm entelektüel tarihinin değişik bir analizini yapmasına rağmen ikisi de oldukça bağımsız olarak çöküş döneminin on üçüncü yüzyılda başladığını ileri sürer.
Din ile ilim arasındaki çatışmayı Avrupa açısından değerlendiren bir gurup , İslâm medeniyetindeki bu akılcılık ölümünü bilimsel ve felsefi düşünce pahasına yükselen dini düşünceye bağladı. Bu insanlar için gelişme, Avrupa’da olduğu gibi bilimin kiliseyi yenmesi olarak tanımlanıyordu. Böylece herhangi bir medeniyetin “gelişme” için evrensel çizgiyi ve düzenli araştırmayı yakalamadan önce bu uğraşı vermesi gerekiyordu. Bu medeniyetlerde bilim, o medeniyetin kilisesinin üstesinden gelmeliydi.
Klasik anlatıma göre Mutezilecilerin hadis insanlarına karşı verdikleri savaşım “Bu bilim ve din arasındaki çatışmayı simgeliyordu. Gazali’nin (Ölümü 1111) Filozofların anlaşmazlığı (Tehafüt-ül Felasife) adlı eseri bu konuda gerçek bir dönüm noktası olarak algılanıyordu. Bu insanlar kitapta, bilim ile felsefe arasındaki doğrudan ilişkiyi, dolayısıyla birine yapılan saldırının öbürüne de yapılacağını görmekle kalmıyorlar, aynı zamanda doğru olarak, Gazali’yi İslam Ortodoks(geleneksel) görüşün öncüsü ve kitabını da dini düşüncenin zaferi olarak kabul ediyorlardı. Buradan Gazali’nin dini düşüncesinin karşıt görüş olan akılcı bilimsel düşünceyi öldürdüğü sonucu çıkarılıyordu. Basit olarak söylemek gerekirse, Gazali sonrası dönem İslâm medeniyetindeki akılcı, yani bilimsel düşüncenin çöküşünden tek başına sorumluydu.
Böylece, İslâm biliminin çöküşünü ya Avrupa’dan ithal edilmiş kavram olan din ile bilim arasındaki çatışmaya da Gazali’nin tek başına filozoflara indirdiği darbeye bağlayan bu görüş, o kadar yaygınlaşmıştı ki, Gazali’den önce ve sonra yazılan bilimsel metinlerin okunmasını olumsuz etkiliyordu.
Muhammed bin Musa’nın Ptoleme’yi eleştirisi, Razi’nin Galen’e karşı Shukuk’u, el Haytam’ın Ptoleme’ye karşı Şüpheler’i ve diğerleri dönemin dini otoritelerine karşı değil, Yunan bilimsel geleneğine karşı yazılmış, metinler olarak ancak son zamanlarda ünlendi. Bu metinler okunduğu zaman bile olumlu algılanmadı.. Razi’nin ve İbni Haytam’ın kitaplarının, birçok İslâm dini ve hukuki eserin ünlü Avrupalı doğu bilimciler tarafından titizlikle incelendiği 19.yüzyılda değil, yirminci yüzyılın son yarısında yayına alınması rastlantı değildir. Aynı 19. Yüzyıl doğu bilimcileri, Gazali’den sonra yazılan bilimsel metinlerin yüzüne bakmamıştır. Ve son zamanlara kadar kimse bu eserlerin ihtiva ettiği bilimi incelememiştir. Söz konusu metinler ya hiç okunmamış, ya da önem verilmemiştir. Doğu bilimcilerin bu kendilerini doğrulayan beklentileri de tabii ki gerçekleşti. 271
İslâm tarihine siyasi açıdan bakan, onu hanedanlıklar ve savaşlar dizini olarak gören, entelektüel tarie önem vermeyen ikinci guruba göre, İslâm medeniyetinde bilimin çöküşünden sorumlu olan korkunç kişi Hülagu Han’dır. Hülagu Han Türkistan’dan başlayıp dünyayı fethetmek üzere doğuya doğru ilerlerken 1258’de Bağdat’ı yok etti. Hülagu’yu İslâm biliminin ölümü için suçlayan kaynaklar daha çok istilacı Moğolların erişemediği Memluk bölesinde yazılmıştır. Bu tarihi kaynaklar barbar istilacının suya attığı el yazmalarının eriyen mürekkebinden simsiyah olmuş Dicle nehrinden söz eder. Bu yıkım manzarası, barbarlığın örneği ve felaketin son safhası olarak birçok Arap’ın ve genellikle Müslümanların hafızalarına kazınmıştır. S.272
Gazali’nin ölümü (1111) ve Bağdat’ın yıkımı (1258) iki tarihsel dönüşümü simgelemektedir; biri İslâm entelektüel tarihini dini düşüncenin açığa çıkması olarak, diğeri ise bu tarihi bir dizi siyasi olay olarak görmektedir. Bu yüzden çoğu insan on ikinci ve on üçüncü yüzyılların, İslâm medeniyetinin ve dolayısıyla bilimin çöküşünü getirdiğini düşünür. Bu insanlar aynı zamanda söz konusu yıllarda ortaya çıkan dört okul (mezhep) gibi dini, hukuki okullara benzer okulların artık görülmediğini ve Bağdat’ın düşüşünden sonra İslâm halifeliğinde bir devamlılık göremediklerini ileri sürerler. S.272

Bu anlamda on üçüncü yüzyıl, oldukça iyi işlemiş olan halifelik sisteminin sona ermesine tanık olduğu için gerçekten önemli bir yüzyıldır. Ama entelektüel tarih söz konusu olduğunda zamanımıza kadar yaşamış olan bilimsel kaynaklar değişik bir senaryo sunmaktadır. Buna göre 13. Yüzyıl yeni bir bilimsel düşüncenin geliştiği bir dönemdir. Ve daha da önemlisi, halife sisteminin kalkması Tanrını bir lütfudur. Bu durum bilimsel etkinlikleri durdurmamış, tersine, Diyarbakır, Şam ve Kahire gibi kentlerde mükemmel bilimsel eserler üretmeyi sürdüren yeni merkezlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Çöküş dönemi anlatımlarının hiçbiri, Gazali’nin ölümünden ve Bağdat’ın Moğollar tarafından yıkımından sonra bilimsel üretimin bu kadar artmasını açıklayamamaktadır.
Ben bu çöküş önemi denilen zamanı İslâm gökbiliminin altın zamanı olarak tanımladım. 11-15. Yüzyıllar arasında Arap gezegen teorilerindeki gelişmeleri anlatarak bu disiplinin verimliliğini gösterdim. 16.yy gökbilimcisi Şems el Din el Kafri’nin çalışmalarını anlatan sonraki makaleler, bu dönemin özgün eşsizlikteki eserlerini anlatmaktadır. Saliba.273-274
Klasik anlatımın eleştirisi
Beni Musa ve el Cezeri’nin cihazları;
Gazali’yi çöküşten sorumlu tutanlar, Gazali’den önce üretilmiş metinlere kıyasla her yönden çok daha üstün bilimsel metinlerin hemen her disiplinde onlarca bilim adamı tarafından üretilmesini açıklamak durumundadırlar. S.274
Gazali’den 100 yıl sonra yaşamış olan Elcezeri’nin (y. 1206) eserlerini dokuzuncu yüzyıldan Beni Musa’nınkilerle karşılaştırın. Benu Musa Yunan geleneği tarafından bilinmeyen yeni cihaz ve yöntemler geliştirmeye çalışmıştı. Konik vana bunlara örnektir. Akansu ve aka kum gibi kavramları yine bir örnektir. Bizanslı Phlio veya İskenderiyeli Hero’ya göre sifon, suyun boşluğu doldurması ile çalışıyordu ama Benu Musa’ya göre su akıyordu. Ve bu akış, konik bir vanayı açıp kapayarak, şamandıralarla veya diğer düzeneklerle kesilebilirdi. Bunların hiç birisinin boşluk kavramı ile ilgisi yoktu. Bu, Benu Musa’nın boşluğun tabiatta ve makine tasarımlarında nasıl çalıştığını bilmediği anlamına gelmez. Tersine, Musa bu kavramı geliştirdiği yöntemlerle birlikte kullanmasını bilmiştir. Benu Musa’nın eserleri Yunan geleneği ile karşılaştırıldığında, , bu eserlerde mühendislik tasarımı açısından bir atılım ve aynı zamanda, diğer erken İslâm eserlerinde olduğu gibi Yunan bilimsel geleneğine karşı eleştirel bir tutum gözlemleriz. Öte yandan Cezeri’nin eserinde, Musa’nın eserlerine kıyasla inanılmaz bir olgunluk göze çarpar. Cezeri, mekanik cihazların gerçek işlevlerini tartışmış, bunların toplumun günlük ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde tabiatın fizik ilkelerinin çalışmasını gösteren önemli araçlar olduğunu vurgulamıştır. Cezeri’nin cihazları, doğal fiziksel ilkelerin işlevselliğinin güzel örnekleridir, doğal fiziksel ilkelerin işlevselliğinin güzel örnekleridir. Bazılarından anladığımıza göre mekanik cihazların tabiattaki yeri ile ilgili Aristocu yaklaşımı Cezeri, Benu Musa’dan çok daha iyi kavramıştır. S.275 G. Saliba.
Tarihi kaynaklardaki hikayelerden anlaşıldığına göre başta Halife el Mütevekkil (847-861) olmak üzere Benu Musa’nın koruyucuları, Musa’nın cihazlarından büyülenmişler, becerikli mühendislerin ürettikleri cihazları çok eğlendirici bulmuşlar. Cezeri’nin kitabındaki önsöze göre hamisi, Cezeri’den kitabında, eşsiz modellere (askhall) kendi icatlarına (istanbata) ve çizimlerine “mithalat) yer vermesini ister. Bu önsözü okuyan herhangi bir kişi, yazanın mekanik cihazların nasıl ve neden işlediklerini çok iyi anladığını fark edecektir. Yazısında Cezeri, aynı ilkeyi birçok cihazla anlatmak ve böylece bu ilkelerin evrensel uygulamalarını göstermek istediğinden söz eder. G.Saliba. s.275
İbni el Nefis de İbni Sina’nın öğretilerinden şaşmaz ama onun özgün kaynağı Galen’i eleştirir. Kendi gözlemlerine dayanarak küçük kan dolaşımının temelini atar. Gazali sonrası dönemde bu tarz bilim insanları, kazandıkları özüven ile kendilerinden önce gelenleri sorguladılar. Yunan mirasındaki yanlışları eleştirmeyi sürdürdüler. S.276
Kullandıkları ifadelere bir örnek şöyle: “Bu yaygın bir düşünüş ama bize göre yanlış.” (hadha huva, el-ra’y el mahsur. Va-huva “indana batıl”)
Aynı ifade İbni Haytam, Urdi, Tusi ve diğerleri tarafından da kullanılmıştır. “Bu kabul görmüş bir düşüncedir ama bize göre yanlıştır.” Zaman İbni Nefis gibi bilim insanlarının uğraş verdikleri bir kültürel diriliş dönemidir. Çöküş dönemi değil.

Kemaleddin el Farisi’ye (öl. 1320) hocası Ktubettin Şirazi (ö.1311) İbni Haytam’ın eserini çalışmasını söyler. Şirazi artık geçersiz addedilen yunan optiğini değil, en iyi ve en son çalışmayı öneriyor. Buna El Farisi gök kuşağı renklerinin oluşumunu açıklamak için araç geliştirdi. Tıpkı selefi İbni Nefis gibi.dikkat edelim.
İbni Haytam son derece zeki ve şaşırtıcı bir insan olsa da “Urdi” zeka yönünden ondan kat kat üstündür.
Ökbilim disiplininde bu eğilim Urdi’den sonra, Tusi, Kutbettin Şirazi, (Ö.1311) Nizameddin Nişaburi (Ö.1328) İbn el Şatri ( 1375), çağdaşı El Buhari ( Y.1350), Laaddin el Kuşi (ö.1474) Fetullah el Şirvani (y.1450) ve son olarak Şemseddin Kafri (ö.1550) ile devam etti. Bu gökbilimciler, Ptoleme’ye ve eserlerin tümüne saldırdılar ve yepyeni temeller üzerine kendi alternatif gök bilimlerini , daha önce görülmedik incelik ve karmaşıklıkla kuruyordu. S.277
Bu dönemi Sİlam 278