Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna

Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna

Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna / Ekmeleddin İhsanoğlu
(Exeter’den doktoralı İhsanoğlu Ekmeleddin)-İletişim Yayınları-1.Baskı-1996 / İstanbul

Bilim tarihi, eski Mısır, Mezopotamya, Çin, Hind, Klasik Yunan’dan başlayan, içine Ortaçağ İslâm ve Avrupa bilim tradisyonlarını ala, modern, temel ve uygulamalı bilimlerle ilgili yeni teori ve keşifleri de kapsayan, çok geniş ve birbirinden çok farklı sahaları ihtiva etmektedir. S.9

Başlıca mantıkî mülahaza, tarih boyunca bilim anlayışının nasıl geliştiği meselesidir. Bilimin içinde geliştiği toplumun kültür ve medeniyeti ile ilgisini kurmak tarihi araştırmanın ortaya koyması gereken diğer önemli bir meseledir. 11

Klasik İslâm bilim ve eğitim anlayışı
nın ve kurumlarının hâkim olduğu dönem ile ilgili çalışmalarımız ..
..Osmanlı bilimi ile ilgili temel meseleleri, gelişmesinin ana çizgilerini ve belli başlı simaları ile konularını bugüne kadar yapılan çalışmalar ve yayınlar ışığında topluca sunmak…

1492 Endülüs’te son İslâm devletinin Granada’da düşmesi ve üç semavi din sahipleri arasında İslâm toleransı şemsiyesinin altında kurulan barışın sona ermesi tarihidir. Bu tarihten itibaren Müslümanlar ile Yahudiler, hayatları, vatanları ve dinleri arasında tercih yapmaya zorlanmışlardır. 12

Fatih’in vakfiyesinde, Fatih’in İstanbul’u Bizanslılarla savaşarak elde ettikten hemen sonra birkaç kiliseyi ve manastırı medreselere dönüştürmesi ve başta kendisi ve onun teşviki ile diğer devlet adamlarının çok sayıda medrese kurmaları en büyük cihad olarak gösterilmektedir. Hz. Muhammed’in bir savaş dönüşü sahabesine şimdi en küçük savaştan (el-cihad el-asğar) döndük demesi üzerine, en büyük cihadın ne olduğu sorusuna, nefsin terbiyesi mealindeki cevabına atıfta bulunan vakfiye, İslâm’da en büyük mücadelenin nefsi ıslah ve terbiye olduğunu, bunun da savaştan daha zor ve acı olan nefsani arzuların gemlenmesiyle olacağını ifade eder.

Fatih Vakfiyesi, daha önce Osmanlı ve Selçuklu vakfiyelerinde görülmeyen bir yenilik, aklî(felsefe ve tabii) ve naklî (dinî ve edebî) ilimler diye tarif ettiği şekilde, iki gruptaki ilimlerin bir arada okutulmasının zaruretine ilk defa işaret edildiğini görüyoruz. Öğrencilerin ve hocaların bu iki kategorideki ilimlerle uğraşmalarını şart koşan vakfiye, Fatih dönemindeki bilimin küllî manadaki anlayışının geçerliliğini ortaya koymaktadır.
Bu yazılıştan iki yüz yıl sonra, 1660’larda Osmanlı astronomlarının Avrupa astronomisi ile ilk temaslarında, bu farklı bilim kaynağının karşısında takındıkları tavır ve ilk tepki “Frenk Fodulluğu” demeleridir. 15
Zigetvarlı tezkireci köse İbrahim adlı Osmanlı astronomu, Fransız astronomlarından Noel Durret’nin (ö.1650) Ephemerides’ini tercüme edip Müneccimbaşı Mehmet Efendiye gösterince, Müneccimbaşı epey inceleyip bir şey anlamaz. Müneccimbaşının Fransız astronomi cetvellerine ilk reaksiyonu ret ve alay türündendir.: “Frenklerin bu kabil Fodulluğu çoktur:” Köse İbrahim Efendi Müneccimbaşıya gülümseyerek cetvellerin kullanılışını gösterip ona göre hazırlanan takvimin Uluğbey ve başka zîclere uygunluğunu gösterince bu sefer Müneccimbaşı “bizi şüpheden kurtardınız, zîclerine iyice güven geldi.” Deyip çokça dua eder. S.15

..özelikle vurgulamak istediğimiz husus, Adnan Adıvar’ın Osmanlılar hakkında ileri sürüdüğü “Batı bilimi noktasından, dışarıya karşı kuvvetli bir setle ve adeta Batıyla hiçbir teması olmamış” () şeklindeki tezinin; bu uzun araştırma ve bu eserin makalesindeki yeni tespitlerimiz sonunda, artık geçerliliğinin olmadığın kaydetmektedir. () Osmanlı Türklerinde İlim İstanbul 1982 s.125
Mensup olduğu neslin Osmanlı mirasına menfi bakış açısının tesiri altında kalması, bu eserin birçok değer hükmünün tarihi realiteyle uygun düşmemesine yol açmıştır. Sürgünün burukluğunu, kaynak ve inceleme imkânının azlığını ve Osmanlının son günlerinde yaşanan arka arkaya hezimet ve tarih sahnesinden yok edilmesinin bütün sıkıntılarını çeken Abdülhak Adnan Adıvar’ın anlayış ve takdirle karşıladığımız bu halet-i rûhiyesinin Osmanlı bilim tarihi üzerindeki izlerinin ortadan kaldırılmasının zamanının geldiğine inanıyoruz.
Adıvar’ın yanıltan Sarton’dur. George Sarton’a göre İslâm tarihinde ilk beş asır bilimin gelişesi için “Altın Çağ” olarak kabul edilir. Beşinci asırdan itibaren İslâm dünyasında ilmî faaliyetlerde hızlı bir düşüşün vuku bulduğuna işaret edilir. Bağdat’ın 1258’de Moğolların eline düşüşünden sonra herhangi bir ilerlemenin olmadığını, İslâm dünyasının fikri yönden gerilediğini ve özellikle Türk Sülalelerinin hâkimiyeti döneminde karanlıklara girdiğini iddia eden, on dokuzuncu asırda ortaya çıkan genel bir kanaatın bilim dalındaki tezahürü olarak görülebilir.
Selçuklu, Timurlu ve Osmanlı sülalelerinin dönemlerinde ortaya konan zengin sanat, edebiyat faaliyetleri hakkında yapılan geniş çaplı araştırmalar, bu görüşün en azından bu iki sahadaki yanlışlığını çok açık şekilde ispatlamıştır. 17
“Altın çağ” olarak adlandırılan dönemden daha sonraki dönemlerde yetişmiş bilim adamlarının eserleri üzerinde yapılan yeni araştırmalar bu değerlendirmeyi şüphe ile karşılamamıza sebep olmuştur. On üçüncü asırdan on altıncı asra kadar geçen süre içinde “Nasıreddin el Tusî (13.) Kutbeddin el Şîrazî (14.)İbn el-Şatır (14.), Kadızade-i Rûmî (15.) Ali Kuşçu (15.) Gıyaseddin el-Kaşî (15.) Mîrim Çelebi (16.) Takıyeddin el-Râsıd (16.), Davud el-Antakî (16.) yüzyılda yaşadılar. 18
Bu örnekler, zaman bakımından İslâm biliminin zirvesi olarak tavsif edilmek istenilen zaman limitinin yanlışlığını ortaya koyduğu gibi, mekan bakımından Arapların hakim olduğu Bağdat’tan Endülüs’e uzanan klasik merkezlerin dışında İran, Azerbaycan, Türkistan, Anadolu ve İstanbul gibi yerlerde önemli gelişmeler kaydettiğini göstermektedir.
İşte yanlışlıkla İslâm biliminin “Altın Çağı” olarak vasıflandırılan dönemin dışında Osmanlı Devletinin on üçüncü asrın sonunda kurulmasıyla İslâm bilim tarihinde yeni bir dönemin başladığını görüyoruz. 18
..şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslâm bilimi de İslâm sanat ve edebiyatı gibi on altıncı yüzyıla kadar canlılığını ve gelişmesini devam ettirebilmiştir. S.19
s.20… İslâm biliminin Osmanlı dönemi öncesinde biten “Altın Çağ” teorisinin bu dönem ilim adamlarının ilmî katkılarının ortaya konması neticesinde geçerliliğinin sona ermesine; ayrıca Osmanlı bilim adamları ile aydınlarının, onların dışında gelişen modern bilim, teknoloji ve genel manada Batı medeniyeti ile ilişkilerinin öneminin keşfedilmesine vesile teşkil etmiş olmasını dileriz.
Osmanlı Bilimi (başlıklı makalesi) /Ekmeleddin İhsanoğlu
Zamanla bilimde İslâm geleneğinden Batı geleneğine doğru bir geçiş yaşanmıştır.
Orhan Bey’in (1326-1362) 1331’de İznik’te kurduğu ilk medreseden başlayarak bütün medreselerin, çalışmalarını destekleyen vakıfları vardı. Fatih ile Kanunînin kurdukları medreselerin vakfiyelerinde daha öncekilerden farklı olarak dinî(naklî9 ilimlerin yanında aklî ilimlerin okutulması şart koşulmuştur.
(Demek ki o tarihe kadar akli ilimler okutulmuyordu ki böyle bir şart getirilme mecburiyeti hasıl olmuş.r.b.)
Osmanlı toplumunda dini ve sosyal hayatın her yönünde önemli rol oynayan ulema, medreselerden yetişiyordu. Bu medreselerde yetişen âlimler, müderrislik, müftülük, kadılık, kazasker ve Şeyhülislâmlık vazifelerinde bulunuyorlardı. Ulemanın iki yönlü vazifeleri vardı: İslâm hukukunun (şeriatın) yorumlanması’nı müftüler, uygulanmasını kadılar yerine getiriyorlardı.23
Osmanlılar, 1492’de Granada’nın düşmesinden sonra kendilerine uygulanan zulümden kaçan Müslüman ve Yahudi bilim adamlarını himaye etmiş ve Osmanlı topraklarında barındırmışlardır. Vakıfların zenginleşmesinin de ilim ve eğitim hayatının canlanmasında büyük tesiri olmuştur. 24
Osmanlı döneminde sağlık hizmeti ve tıp eğitimi veren müesseselere dârüşşifâ, Şifâhâne veya Bîmaristan denilmiştir. Edirne, Süleymaniye, Haseki, Manisa Hafsa Sultan Şifahaneleri mühimleridir.
Müneccimler: uğurlu saat zırvası…
Sarayda bulunan müneccimleri yöneten kişiye müneccimbaşı deniliyordu. Medrese mezunu ilmiye sınıfından seçilen müneccimbaşılar, 16. Yüzyıldan itibaren sarayın ve ileri gelen devlet adamlarının kullanımı için takvim, imsakiye ve zayiçe hazırlamaya aşlamışlardır.
Başta cülus olmak üzere, savaş, doğum günü, düğün, denize gemi indirilmesi gibi birçok konuda müneccimbaşılar ve bazen de müneccim-i sâniler uğurlu saatler tespit ederlerdi.
Ayrıca, kuyruklu yıldızların geçişi, zelzele, yangın, güneş ve ay tutulmaları gibi fevkalade olayları ve astronomi ile ilgili olayları da takip ederek yorumları ile beraber saraya bildirirlerdi. Muvakkıthanelerin idaresi de müneccimbaşılara aitti.
Osmanlı bilim adamları, hazırladıkları ders kitaplarının yanında, İslâmî ilimlerde olduğu gibi matematik, astronomi ve tıp konularında da birçok orijinal telif eserler ve tercümeler meydana gtirmişlerdir. ??????????? Matematikten dünyanın faydalandığı bir örnek veriniz. İbni Sina’nın kitabı Avrupa’da 500 yıl ders kitabı olarak okutuldu. Hangi matematik kitabı 5 yıl ders kitabı olarak okutuldu?
Bursalı Kadızade-i Rumi Musa Paşa…
Anadolu’da yetişen ve ilk eserini telif ettikten sonra Semerkant’a yerleşen Bursalı Kadızade-i Rumi (ölümü 844/1440), Osmanlı bilim gelenek ve literatürünün oluşmasına ilk önemli katkıyı yapmıştır. Kadızade Semerkant medresesinin baş hocası olmuş, Uluğ Bey’in kurduğu rasathânenin müdürlüğünde bulunmuş, “Risale fî İstihraci Ceybi Derece Vâhide” isimli telif eserinde bir derecelik yay sinüsünün hesaplanmasını basitleştirmiştir.

Kadızade’nin matematik ve astronomi ilmini yaygınlaştıran iki öğrencisi Ali Kuşçu (879/1474) ve Fethullah el Şirvani (öl.891-1496) Osmanlı bilimine tesir etmişlerdir. Sb27
Kadızade-i Rumi, Şerh eşkâl el-Tesis isimli eserinin önsözünde, kâinatın yaratılışını ve sırlarını düşünen filozofların, dini meselelerde fetva veren fakihlerin, devlet işini yürüten memurların ve yargı işinin gören kadıların geometri bilmelerinin gerekliliğine işaret ederken bilimini felsefî, dinî ve dünyevî sahalardaki lüzumun göstermiştir. Bu anlayış klasik dönem Osmanlı biliminin genel bir vasfıdır. ??? Ancak modernleşme döneminde ise Batı kaynaklı insanın bilim ve teknoloji vasıtasıyla tabiata hakim olma fikri, Osmanlı âlimlerinin İslâmiyet’e dayalı inançlarından dolayı yabancısı oldukları bir fikirdi. S.28
Bu inanç ne idi? Tabiata hakim olmaya neden yabancı kaldılar? Zİşin sırr bu sorulara verilecek cevaplarda iken İhsanoğlu cevapsız bırakmış…
Hurafelerden kaldırımlar…
Yahut Ekmeleddin İhsanoğlu hoca’nın görmek istemediği…
Ekmeleddin İhsanoğlu’na göre bilimde 17. yüzyıla kadar şahane imişiz. Büyük Cihad’dan Frenk Fodulluğuna () adlı eserindeki makalelerinde bunu işliyor. “On altıncı yüzyılda bilim sahalarında parlak isimler ortaya çıkmış, bilime önemli ve orijinal katkılar yapılarak İslâm bilim tarihinde çok canlı bir dönem yaşanmıştır.” S.29 Buyur burdan yak derler adama. Hangi orijinal katkı imiş bunlar? Medreselerin dini bilimler dışındakileri yani aklî bilimleri “Felsefiyattır” deyip kovduklarını görmezden geliyor. Tıp hariç. Çünkü böyle diyenlere de doktor lazımdı. İnkâr edemediler. Endülüs’ten kaçmak zorunda kalan çoğu Yahudi hekimlerle, birkaç astronomla bilimin ilerlediğini söylemek çelik çomak oynama yaşındakilerce belki kabul edilebilir. Ekmeleddin Hoca’da Exeter’de doktora yapmış. Allah kabul etsin diyelim. Hoca bu kadar parlak ve orijinal katkılardan söz ederken Bursalı Kadızade-i Rûmî’nin Semerkant’a gitmesini ailesinden bile neden sakladığını belirtmiyor. Çünkü matematik öğrenmek istiyordu ve bizde Matematik öğretecek kimse bulamayacağını biliyordu. Akli bilimlerin peşinde koştuğu bilinirse günaha girecek diye engelleneceğini biliyordu. ..Diğer taraftan Fatih, devrinin alimlerini ihtisas sahalarında eser vermeleri için teşvik etmiş, Gazalî’nin meşşaî filozofların metafiziğe ait fikirlerine getirdiği “Tehafüt el-Felasife” adlı eserindeki tenkitleriyle ve İbni Rüşd’ün bu tenkitlere “Tehüfüt el-Tehafüt” adı eserinde verdiği cevapların mukayesesi için Hocazâde ile Alaeddin el-Tusî’yi görevlendirmiş, ve her ikisine de bu konuda birer eser yazdırmıştır. S.29 Peki ne demiş Tusî ve Hocazade? Ondan niye bahsetmemiş Ekmeleddin Hocamız? Esas önemli olan onların ne yazdıkları ve bu yazdıkları ile Osmanlı ilmini nasıl durdurdukları, ilme büyük değer veren Fatih’i nasıl ters köşeye yatırdıkları kısmı yok. Bu exeterlilerde, Almanya üniversitelerinde ders veren (Prof.T.G) bilim tarihinde iyi bir yere geldiği rivayet edilen (Prof. İ.F) gibi hocalarda bir gariplik var. Esas meseleye gelince, bizi ilimden uzaklaştıran meselelere parmak basınca diyorlar ki “ Doğru değil, bunları Türk düşmanlığı için uyduruyorlar.” Bir taşla iki üç kuş birden. Demek ki biz Osmanlı döneminde bilimde çok iyi gitmişiz de birileri “Türk düşmanlığı yapmak için” aslında iyi gitmediniz diye etkiliyorlarmış? George Sarton gibiler. Ortada bir sonuç var. Avrupa Müslümanlardan aldığı bilginin üstüne bilgi ekleyip Sanayi devrimine giden yola ulaştı. Biz medreselerde hurafelerden kaldırımlar döşedik. Taa ki askeri sahada ezilmeye başlayıncaya kadar da uyanmadık? Bizi kim niye uyuttu? Mesela Prof. İ.F.na Edebiyat Fakültesindeki konferansında sordum “Ortadaki sonucu neden görmezden geliyorsunuz? Biz bilimde yerlerde sürünürken birileri göklere çıkmış:” dediğimde “Her zaman Türklerin önde olması diye bir şart yok.” deyip sustu. Ben bu şartın peşinde değilim. Ben bilimde neden geri kaldım? Neden yerde sürünüyorum? Neden yüzyıllarca uyutuldum? Aynı şeyi Prof. Dr. Süleyman Uludağ’a da sordum. Yarım ağız, “Gazali’nin etkisi olmuş olabilir” demek zorunda kaldı. Hattâ arada “rahatça konuşamıyor ki insan” diye de bir laf etti… Bekri Mustafa Sultanahmet camiine imam oldu, gerisin sen düşün… İşte hal-ü ahvalimiz. () İletişim Yayınları 1996.

Takuyiddin:
1570 yılında Mısır’dan gelen Takiyüddin, 1571’de 2.Selim (1566-1574) tarafından müneccimbaşı tayin edilmiştir. 3.Murat’ın (1574-1595) tahta geçişinden kısa bir zaman sonra İstanbul Rasathanesini inşa etmeğe başlamıştır. Bu rasathanede Taküyiddin’in dışında on beş kişi çalışıyordu. 1573 yılında Taküyiddin’in rasat yaptığı Sidret Munteâ’l-Efkar adlı eserinden anlaşılmaktadır. Rasathaneni 22 Ocak 1580’de yıkıldığı üzerinde görüş birliği vardır. Yani 1573’ten 1580’e kadar rasat yaptığı kabul edilebilir. Taküyidden bazı rasat aletleri icat etmiştir. Taküyiddin daha önce el-Öklidisi’i ve el-Kâşî gibi İslâm matematikçileri tarafından geliştirilen ondalık kesirleri trigonometriye ve astronomiye uygulamış, buna uygun sinüs ve tanjant tabloları hazırlamış ve bunları Ceridetü’d Dürer ve Haridetü’l- Fiker adlı eserlerinde kullanmıştır.
İslâm Dünyasında Kopernik astronomisiyle ilk temas on yedinci yüzyıl ortalarında, Zigetvarlı Tezkireci Köse İbrahim Efendi’nin Fransız astonomu Noel Durret’nin bir eserini tercüme etmesiyle olmuştur. 33

On yedinci yüzyıldan itibaren merkezi otoritenin zayıflaması, ortaya çıkan soyla ve iktisadi çözülme, siyasi istikrarın bozulması, fetihlerin azalması, devamlı surette toprak kaybı, Avrupa’ya Amerikan gümüşünün bol miktarda akması ve imparatorluğun gelirlerinin azalması neticesinde şartlar tedricen bilimin gelişmesine imkân vermemeye başladı. Bu dönemde Osmanlı aydınlarının arasında çıkan Selefî İslâm ile Tasavvufî İslâm anlayışlarının çatışması, Kadızadeliler hareketi olarak bilinen bu Selefiyecilerin felsefeye ve bilime karşı tavırları Osmanlı biliminin gerilemesine yol açan amillerdir. 35
Katip Çelebi:
(Öl.1658) Osmanlı bilim adamı ve bibliyografyıcısı, Avrupa ile Osmanlı dünyası arasında bilimde meydana gelen bariz açığı ilk fark eden Müslüman entelektüllerdendir. S.36 Mizanel Hakkihtiyar el-Ehakk adlı eserinde dönemin entelektüel hayatını tenkit etmiştir.
Osmanlılarla Avrupa ülkeleri arasındaki karşılıklı tesirler ve coğrafi yakınlık sebebiyle Osmanlı Dünyası, Batı Biliminin kendi çevresi dışında temasta bulunduğu ilk muhit olmuştur.
İlk yüzyıllarda Osmanlıların mutlak hakimiyete dayanan sistemi ve sahip oldukları üstünlük duygusu, bu ilginin selektif bir şekilde gelişmesine sebep olmuştur.
Askeri, siyasi ve iktisadi dengeler aleyhlerine döndüğünde ise Osmanlılar, Avrupa bilimini ihtiyaçlarına göre ve fonksiyonel bir şekilde aktarmaya başlamışlardır. 37 (Atma Şaban din kardeşiyiz” diye acaba bu durumlar için mi söylenmiştir?

Bu dönemlerde Osmanlıların askeri güçlerini artırmak için bilim ve teknolojiyi derhal elde etmeleri gerekiyordu. Böylece Mühendishane 18. Yüzyıl sonunda, Mekteb-i Tıbbıye’yi 19.yüzyıl başında kurdular. Tanzimat olarak bilinen reform hareketi. Bu selektif transfer sürecinde bir değişikliğe yol açarak kamu hedefleri ve sivil ihtiyaçları da karşılamaya yöneltmiştir. 37
Osmanlıların bilime olan ilgisi başlıca pratik gayeler ve ilmi keşiflerin tatbikatına yönelmişti. Bilimin üç ana unsuru olan teori, tecrübe ve araştırma bir bütün olarak dikkate alınmıyordu. Bu anlayış Tanzimat öncesinde ve bu dönem sırasında Osmanlı Devletinin Eğitim ve bilim politikasına yansıyordu. Medrese dışı Avrupa Üniversite modeline uygun olarak “Darül Fünun adıyla kurulmasına çeşitli defalar teşebbüs edilen yükseköğretim kurumunun ve daha önce kurulan eğitim kurumlarının programlarında ilmi araştırmaya gereken önem verilmemiştir. Bu sebeple bu müesseseler Rusya ve Japonya’dakiler kadar başarılı olamamışlardır.
..Osmanlıların Batı bilim ve teknolojisiyle temasları, ihtiyaçları ölçüsünde ve selektif şekilde başlayarak uzun bir süre bu şekilde devam etmiş; daha sonra Osmanlıların kendi bilim geleneklerini terk ederek kalkınma ve ilerlemenin ancak Batı bilim ve teknolojisiyle mümkün olacağı şeklindeki yaklaşımlarına dönüşmüştür. S.38
Endülüs menşeli bazı bilim adamlarının Osmanlı bilimine katkıları:
1.Müslüman olduktan sonra Abdülselam el-Muhtedi (1512’de sağ)adına alan İlyas bin Abram, Tevratı ezbere bilen, astronomi, takvim, aritmetik, geometri sahalarında geniş bilgi sahibidir. Tıp ve astronomi sahalarında eserler yazdı.
İlyas b. Abram, Micennet el-Ta’un vel Veba adlı bir risale telif edip Sultan 2.Bayezid’e takim etmiştir. İstanbul’da çıkan veba salgınlarına meydana gelen büyük bir zelzelenin sebep olduğunu gördüğünden, Aristo’nun zelzelenin yer altında sıkışan gazların yeryüzüne çıkmak istemesi yüzünden oluştuğu ile ilgili meşhur görüşünü nakletmektedir.

  1. Musa Calinus el-İsra’ili (16.yüzyılın ilk yarısı) Tıp ve astronomi ilgi alanıdır.
    3.Musa bin Hamun (Öl.1554) Granada7dan İstanbul’a göç eden bir Yahudi’nin oğlu. Tabip
    RASATHANENİN YIKTIRILMASI:
    Son devir Osmanlı tarih yazarlarından Târih-i Ebü’l Faruk müellifi Mizancı Mehmed Murad Bey ise, Taküyiddin’in rasathanesinin yıkılması konusuna girmeden o sırada devlet ricali arasındaki cepheleşmeye dikkat çekmekte ve başta Şeyhülislam Hamid efendi olmak üzere bazı alimlerin kendi aralarında bir fırkai milliye teşkil ederek yüksek mansıplara asıl Osmanlıları geçirmek ve böylece hükümeti mühtedilerin nüfuzundan kurtarmak olduğunu söyledikten sonra, kaynak göstermeksizin şu bilgileri vermektedir:
    “Biraz evvel kuyruklu yıldız çıkmış idi. 986’da veba zuhur etti. Pek çok adam kırıldı. Mihrimah Sultan Şeyhülislam Hamid Efendi ve Piyale Paşa bunların meyanında idi. Halktaki şikâyet çoğaldı. Saraydaki mühtediler bundan istifade ettiler. Hoca Sadeddin Efendinin delaleti ile Tophâne’de bir rasathane inşa olunmuş idi. Padişahın da nücuma meyl ve merakı vardı. Gündüz bile ceram-ı semaviyenin seyrinde medar olmak üzere derin kuyu içinde aletler yerleştirilmiş idi. “ilm-i nücuma vukufta teferrüd eden Takiyüddin Efendi’yi Mısır’dan celb ettiler. 3000 altın senevi tahsisat ile rasathaneye müdür oldu. Bir Yahudi müneccimi de muavin verdiler. Mühtediler bu rasathaneyi vesile-i tezvir ittihaz ettiler, Her nerede böyle bir rasathane inşa oldu ise neticesinde felaket vaki olduğunu güya emsal-i târihiyye ispat etmeğe kalkıştılar. Kuyruklu yıldızın, vebâ’nın bunun mukaddimatı olduğunu iddia ettiler. Padişah korktu. Rasathanenin yıkılıp mahv edilmesini emretti. Rasathâne Sadeddin Efendi ile padişahın arzu ve tensipleri semeresi idi. Aleyhinde sarayda çevrilen entrikaya hedef dahi Sa’deddin Efendi idi. Çünkü bu ağalar ile kalfalar, belki daha büyük harem-i hümayun erkânı Sa’deddin Hocanın padişah üzerinde icra ettiği nüfuzu çekemiyorlardı. Lâkin Sa’deddin Hoca’nın aleyhinde çevrilen dolap dahi akıbet Sokullu’nun aleyhine döndü. (*) Tarih-i Ebul Faruk 4. İstanbul 1328 s.45-47 Ekmeleddin İhsanoğlu B.C. Frenk Fodulluğuna s.112
    Takiyeddin’in saraydaki rakipleri ve onu himaye eden Hoca Sadeddin Efendi ile Sokullu Mehmet Paşa’nın rakipleri arasında, İstanbul’da bulunan Avrupalıların, başta elçilik papazları olmak üzere onu sevmediklerini ve değerini düşürücü bir tavır içinde olduklarını göstermektedir. Rasathane Takiyeddin’in iki baş hamisinden biri olan Sokullu’nun vefat etmesinden ikibuçuk ay sonra 4 Zilhicce 987 ‘de Dar el Rasad el-Cedid’in yıktırılması ile ilgili Sultan 3.Murad’ın iradesi sadır olur. Rasathane, iradenin çıkmasından yaklaşık iki ay sonra yıktırılmıştır.

FEYŞİYALAT hazretleri:
Veya tütün’ün faziletleri…
Rahmetli anacığım “oğlum sakın sigaraya alışma, ona vereceğin para ile üzüm al, fıstık al” derdi. Hey gidi yıllar. Ben anacağımı dinlemedim. TRT’deki çekimler sırasında günde dört paket içecek kadar işi ilerlettim. Ama bırakma mücadelesini de hiç terk etmedim. Zor değilmiş, tam 86 defa bıraktım. En sonunda TRT’de 24 bölümlük “Sigara ve sağlığımız” belgeseli çekerken meretin ne menem şey olduğunu anlayıp terk ettim. 6 ay çekimi, altı ay montajı ile uğraşırken tütün düşmanlığında birinciliği ele geçirdim. Bu rekorumu henüz kimseye kaptırmış değilim.
Şimdi diyorum ki “bana silah dayasalar sigara içiremezler.” O gün bugün elime almadığım gibi berbat kokusunu da çok uzaktan hissedenlerdenim. Hal böyle iken ve de bilim tarihinin sayfalarını arşınlarken karşıma birden “tütünün faziletleri” çıkageldi. Sigarayı bırakmakla “Demek ki hata etmişim” demeyeceğim tabii. Üstelik Yenişehir Sağlık Kolejinden ağabeyim Sadık Erkan’ı tam 49 yıl sonra, geçen hafta Denizli’de bulup telefonla konuştum ve çok sevdiğim ağabeyim sigaradan uzun uzun şikayette bulundu. İşte böyle bir zamanda önüme geldi bu Feyşiyalat denilen meretin bilgileri.
İbin Cani el-İsraili (17. Yüzyılın başları) adlı İspanya Yahudisi doktor, Selanik’e gelmiş, ihtida edip Şaban bin İshak adını almış. Sonra da, tütünün mahiyet ve keyfiyetini öğrenmeğe koyulup İspanyol tabibi Motaridis’in, tütün yaprağının tedavide kullanılması hakkındaki risalesini Arapça’ya çevirmiş.
Neymiş efendim, tütün bir toprak cevheri imiş ve içinde güçlü bir kurutucu, biraz da ısıtıcı bir kuvvet taşıdığı için balgamı temizlemenin ilacı imiş. () “Şimdi Tobako diye tanınan bitki, yeni Hindistan’da, yani Amerika’da kullanılan eski ilaçlardan olup halk arasında meşhur idi. Onlar bu bitkiyi kılıç ve mızrak darbelerinden meydana gelen ağır-hafif bütün yaraların tedavisinde kullanmaktaydılar. Fakat onlar bunu aralarında sır olarak muhafaza ediyorlar ve hariçten bir kimseye sızdırmıyorlardı. Memleketlerinden tedbiri hususunda çetin bir çare gerektiren anlaşılmaz bir hadise meydana gelince (efkârlanınca?), bir taraftan bu bitkinin dumanını içerlerken, bir taraftan da onun mide ile beynin rutubetlerini kuruttuğunu, tembelliğini giderdiğini ve hafıza kuvvetini artırdığını tartışıyorlardı. 1580 yılında Yeni Hindistan yani Amerika, İspanya Hükümdarı tarafından alındığı zaman, bu ilacı bulduk ve pek çok tecrübe ettik. Onda başka ilaçlarda bulunmayan ince hassalar ve güzel faydalar olduğu ortadadır. Amerikalılar arasında bu bitkinin adı Feyşiyalat’tır. Bizim memleketimizde ise. Çok yetiştiği için “tobako” diye tanınan adanın adıyla anılırdı. S.117 Tütün, yelden ve balgamdan meydana gelen sızıları dindirir; baş ağrısına özellikle el şekike el müzmine’ye, gilzat el rukbe’ye, çok balgamdan gelen kronik göğüs ağrılarına, nefes darlığına (müellif bunu tecrübe titğini ve çok faydasını gördüğünü açıklar) göğsü bozucu hiltlara (karışım) karşı yel menşeli mide ağrılarına, soğuktan ya da fazla sevda’dan meydana gelen mide sertliğine (salabet el mide), mesane ve kuluç ağrılarına, rahim hastalıklarına, küçük çocuklarda görüler sara benzeri “al-tahma” denilen hastalığa karşı ilaç yaptıklarını gördüğünü nakleder. Kurtlara (el didan) ve habb el-kar’aya, mafsal ağrılarına, çetin veremlere, kışın çocuklarda ve gençlerde görülen el ve ayak şişmelerine (intifah), zehirli oklardan meydana gelen yaralanmalara ( müellif bunu Amerikalıların kullandığını, kendisinin de deneyerek faydasını kısa zamanda gördüğünü bildirir), bıçak, kılıç kesiklerine karşı iyi gelmektedir.” Siz bakmayın muhtedi İshak efendiye. Paracıklarınızın emperyalist Amerika’ya gitmemesi için ikinci sevgilinizi (!) terk edin. ()Büyük Cihaddan Frenk Fodulluğuna Ekmeleddin İhsanoğlu . s.115-118..

–Ekmeleddin Hocanın TESPİTLERİ …
İspanya’da Müslümanların hakimiyetinin sona ermesinden (1492) sonra birçok Endülüslü Müslüman ve Musevi bilim adamı Osmanlı diyarına hicret ettiler. Arap olanlar Osmanlı Kuzey Afrika’sı ve Mısır vilayetine, Musevi olanlar da daha ziyade Selanik ve İstanbul’a yerleştiler. Kabiliyetlerini ortaya koymak ve kabul görmek için birtakım eserler yazdılar. Osmanlı bilim dünyasının sahip olduğu kaynaklara dikkate değer katkılar ve zenginlikler sağladılar. 132
İslâm bilim geleneğinin dışında farklı ve yeni kaynaklarla tanışmasını temin ettiler. O zaman kadar Osmanlıların biliminin Rönesans bilimi ilk defa tanıştı. 15.yüzyılda başlayan bu hicret hareketleri tesirlerini 17.yüzyıla kadar gösterdi. Frenkler bu dönemde halâ İslâm biliminin üstünlüğüne kabul ediyorlar.
Muhtelif göç dalgalarıyla gelen Musevi hekimler İstanbul ve Selanik’e yerleştiler. Lizbon, Coimbre ve Alacala gibi üniversitelerde eğitim gören bu hekimler kitaplarını da getirdiler. Bazıları Saray’a intisap etti ve Sultanın hususi hekimliğine kadar yükseldi. Musevi hekimlerin mevkileri yüksek, durumları iyi ve at binme gibi imtiyazları vardı. Sayılarının Türk hekimlerden fazla olduğundan saz edilir. Tıpta diğer milletlerden üstün olmalarının sebepleri arasında Yunanca, Arapça, Aramice ve İbrani dillerini bilmeleri kabul edilir.
…Bu araştırmada İslâm bilim adamlarının 17.yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın teknoloji bakımından İslâm dünyasının ilerisinde olduğunu ve özellikle askeri teknolojinin kendilerininkinden daha üstün olduğunu açıkça kabul ettiklerini görürüz.
Genel olarak Osmanlı dönemini ilim ve kültür açısından verimsizlik ve ataletle vasıflandıranların bu dönemde ilmi seyahat ve muhaberatın da olmadığını düşündükleri bilinmektedir. Göç mecburiyeti dışında kalan Takiyüddin, el Hafaci ve İbn Hamza’nı yukarıda belirtilen seyahat ve muhaberatı bize bu kanaatin yanlışlığını ispatlayan yeterli örneklerdir. 135

Üç örnek:
Endülüs’ten ilk göç eden nesilden 1524’te yaşadığı bilinen Musa Calinus al-İsrailî’nin ilaçlar konusundaki Türkçe risalesi;
göç edenlerin ikinci nesline mensup olup İstanbul’da doğan 1554’te ölen Musa bin Hamun’un dişçilikle ilgili Türkçe eseri;
Cezayir’de 16.yüzyılın ikinci yarısında doğup orada ilk eğitimini gördükten sonra İstanbul’a gelerek tahsilini tamamlayan İbn Hamza el Mağrîbî’nin Türkçe yazdığı matematiğe ait kitabı önemli üç örnektir.